Osmanlı'da Mutlakiyetçilik ve İltizam Sistemi: Ortadoğu Örneği


1453’te Fatih Sultan Mehmet komutasındaki Osmanlılar İstanbul’u ele geçirdiler ve başkent yaptılar. Yüzyılın geri kalanında Osmanlılar Balkanların büyük kısmını ve Anadolu’nun geri kalan büyük bölümünü fethetti. 16.yüzyılın ilk yarısında Osmanlı hakimiyeti tüm Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da yayıldı. 1566’da Kanuni Sultan Süleyman öldüğünde imparatorluk Doğu’da Tunus’tan başlayıp Mısır üzerinden Arap Yarımadası’nda Mekke’ye ve bugünkü Irak’a kadar yayılmıştı.

Osmanlı Devleti mutlakiyetçiydi. Sultanlar çok az kişiye karşı sorumluydu ve gücü kimseyle paylaşmıyorlardı. Osmanlıların uygulamaya koyduğu ekonomik kurumlar son derece sömürücüydü. Toprak için özel mülkiyet söz konusu değildi yani resmi olarak tümü devlete aitti. Toprak ve tarımsal ürünün vergilendirilmesi savaştan elde edilen ganimetle birlikte devlet gelirinin temel kaynağını oluşturuyordu. Buna karşılık Osmanlı Devleti Ortadoğu’ya Anadolu’ya hakim olduğu gibi ya da İspanyol devletinin Latin Amerika toplumuna hakim olduğu ölçüde bile hakim olamadı. Osmanlı Devleti Arap Yarımadası’nda sürekli olarak Bedevilerin ve diğer kabilelerin meydan okumalarıyla karşılaştı. Ortadoğu’nun büyük kısmında yalnızca kalıcı bir düzen kurabilmekten değil, aynı zamanda vergi toplayacak idari kapasiteden de yoksundu. Dolayısıyla becerebildikleri yoldan vergi toplasınlar diye bu hakkı başkalarına devretmek suretiyle işi şahışlara kiraladı. Bu mültezimler özerk hale gelip güçlendiler.

Ortadoğu’da vergi oranları çok yüksekti. Köylülerin ürettiğinin yarısı ile üçte ikisi arasında değişiyordu. Bu gelirin büyük kısmı mültezimlere gidiyordu. Osmanlı Devleti bu bölgelerde kalıcı bir düzen sağlamayı başaramadığından mülkiyet hakları güvence altında olmaktan çok uzaktı ve silahlı gruplar bulundukları bölgelerin kontrolü için yarıştıklarından hukuksuzluk ve eşkiyalık oldukça fazlaydı. Örneğin Filistin’de durum öylesine vahimdi ki 16.yüzyıl sonundan itibaren köylüler en verimli toprakları bırakarak eşkiyaya karşı kendilerine daha fazla koruma sağlayacak dağlık bölgelere kaçtılar.

Osmanlı İmparatorluğu’nun kentsel alanlarındaki sömürücü ekonomik kurumları bundan daha az boğucu değildi. Ticaret devlet kontrolündeydi ve meslekler loncalar ve tekeller tarafından katı bir biçimde düzenlenmişti. Sonuç, Sanayi Devrimi sırasında Ortadoğu’nun ekonomik kurumlarının sömürücü nitelikte olmasıydı. Böylece bölge ekonomik açıdan durgunlaştı.

1840’lara gelindiğinde Osmanlılar kurumlarda reform yapmaya – örneğin iltizam sistemini tersine çevirerek yerel özerkliğe sahip grupları kontrol altına almaya-çalışıyordu. Fakat mutlakiyetçilik 1.Dünya Savaşı’na kadar sürdü ve reform çabaları hem yaratıcı yıkımın doğurduğu bildik korkular hem de elit grupları saran ekonomik ve siyasal anlamda kaybedecekleri endişesi nedeniyle engellendi. Osmanlı reformcuları tarımsal verimliliği artırmak için arazi mülkiyet haklarını uygulamaya koymaktan söz etseler de siyasal kontrole ve vergiye duyulan istek nedeniyle statüko devam etti. Osmanlı sömürgeciliğini 1918’den sonra Avrupa sömürgeciliği izledi. Avrupa hakimiyeti bittiğinde ve “sömürücü sömürge” kurumları bağımsız elitlerin kontrolüne geçtiğinde Sahraaltı Afrika’da gördüğümüz dinamikler devreye girdi. Bazı durumlarda örneğin Ürdün monarşisinde bu elitler doğrudan sömürgeci güçlerin ürünüydü fakat bu durum Afrika’da da yaşanıyordu. Günümüzde petrolü olmayan Ortadoğu ülkeleri fakir Latin Amerika ülkeleriyle benzer gelir düzeylerine sahiptir. Köle ticareti gibi yoksullaştırıcı kuvvetlerden mustarip olmadılar ve Avrupa kaynaklı teknoloji akışından daha uzun bir dönem boyunca yararlandılar. Ortaçağ’da Ortadoğu’da nispeten dünyanın ileri bölgelerinden biriydi.

Kaynak: ACEMOĞLU, Daron, ROBİNSON James A., “Ulusların Düşüşü”, Doğan Egmont Yayıncılık, Mart 2017


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kanal Cephesi Harekatı-1

İyonize Olmayan Radyasyon Kaynakları: Biyolojik Etkileri

19.Yüzyıl Sırp ve Yunan İsyanları